Belli aralıklarla, akıp giden haberlerin arasında, bu haber de yakamoz gibi parlayıp kayboluyor.
30 Aralık 2018 günü, İzmir’de 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, “Lice Davası” görülmeye devam edildi.
Aslında “görülmemeye devam edildi” desek daha doğru. Çünkü, artık bu davanın haberleri, çok kısıtlı bir çevre dışında gündem dahi olamıyor.
Bu davada ne oluyor; neden bugünümüz için bu kadar önemli bu dava?
“Lice Davası,” 1990’larda “devlet” nüfuzu kullanılarak işlenen suçlara yönelik adalet arayışlarından bir tanesi. Eğer ki, bu gibi davalar sonuca kavuşsaydı, bugünkü “Olağanüstü Hâl buhranını” yaşıyor olur muyduk? “Kürt Sorunu”, tekrar tekrar “kullanışlı bir siyaset aracı” olmaya âlet edilir miydi?
Elbette ki, hayır.
Bugün de, çok ağır hak ihlalleri yaşanırken, yargı hiç olmadığı kadar siyasallaşmışken, Lice Davası’nın kendisi bir “kayıp vaka” olarak görülebilir. “Evet; 1990’larda kötü şeyler olmuş olabilir ama bugün de öyle yeni korkunç vakalar yaşanıyor ki, giderek uzaklaşan bir geçmişin parçası olan bu dava ile neden ilgilenelim? Enerjimizi, zaten sürüncemede kalan bir davaya verelim” denebilir.
Ancak, geçmişte çözülmeyen sorunlar, çözümler ertelendikçe sürekli nüksediyor. Bir meselenin kökenine inmedikçe de, meselelerin ısrarla üzerine gidip onlarla yüzleşmedikçe de, tekrar tekrar ve büyüyerek üzerimize geliyorlar; hattâ üzerimize yıkılıyorlar.
Lice Davası, (meğerse “demokratik” olduğumuz günlerde), 21 Ekim 2013’te, dönemin Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı Osman Coşkun’un hazırladığı iddianamenin Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilmesiyle başlamıştı.
Davaya konu olan vakayı çoğu kişi unutmuş gitmiştir. Dün olanı hatırlamakta zorlandığımız bir ortamda, 1993’te olan biteni hafızada tutabilmek gerçekten, ancak o dönemi bizzat yaşayanların ve insan hakları ya da Kürt Meselesi’ne kişisel ilgisi olanlar için mümkün olan bir durum. Tabii, yeni nesiller bir yana, Türkiye genelinde Lice’de 1993’te yaşananları bilmeyen çoktur.
Zaten, insan bilmediğini unutamaz da…
Lice Katliamı, Ekim 1993’te gerçekleşti. Türkiye’nin de insan hakları tarihinde gerçekten bir kara leke, büyük de bir insani trajedi.
22 Ekim 1993 günü, Lice için kapkaranlık bir gün oldu. Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Eşref Hatipoğlu’nun yönettiği askerî operasyon sonucu Jandarma Bölge Komutanı Tuğgenaral Bahtiyar Aydın, Jandarma Uzman Çavuş Yüksel Bayar ile 14 vatandaş yaşamını yitirdi. Kimi kayıtlarda, yaşanan can kaybı 16 değil, 30’a yakın olarak gösteriliyor. 60’a yakın kişinin de yaralandığı ifade ediliyor. Tam bir savaş ortamının yaşandığı o gün itibariyle, 242 iş yeri ve 401 konut yakılıp yıkıldı; yüzlerce kişi de göçe zorlandı.
Veysi Polat’ın 29 Mart 2015 tarihli, T24’te yayınlanan “Lice katliamında üç çocuğum öldü, biri kör oldu, 22 yıldır şarapnel parçalarıyla yaşıyorum!” başlıklı Lice’nin trajedisini bizzat yaşayan Zerife Cantürk’ün tanıklıklarını aktaran makaleden takip edelim.
“Davaya katılacaklardan biri de 51 yaşındaki Zerife Cantürk. İki ayrı tanktan atılan bombaların evine isabet etmesi sonucu Suna (5), Hüseyin (13) ve Dilbirin (2) isimli çocukları öldü, bir kızı kör oldu, kendisi de ağır yaralandı.
T24’e konuşan Zerife Cantürk, şunları söyledi:
‘22 Ekim 1993 günü sabah saatleriydi… Her yerden silah sesleri geliyordu. Ben, eşim, çocuklarım Suna ve Dilbirin ile komşumuz Ali Canpolat ve ailesi bizim eve sığınmıştı. Çünkü diğer evler prefabrikti, bizimkisi ise tek betonarme evdi. Daha güvenli olduğu için bizim eve sığınmışlardı. Tepemizde 6 helikopter geziyordu ve evimize ateş açıyordu. Biz de yere uzanır vaziyetteydik. İki tankın Kelvan Camisi’nin köşesinden evi hedef alıp ateş açtığını gördüm. Sonrasını hatırlamıyorum. Çocuklarımın öldüğünü bile 4 ay sonra bana söylediler.
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 20 gün komada kalmışım. Vücudumdaki şarapnel parçaları nedeniyle yıllardır acı çekiyorum. Her geçen gün daha kötüleşiyorum. Doktorlar şarapnel parçalarının ameliyatla alınması durumunda felç geçirme riskinin yüksek olduğunu söylediler. Ben de katliamın delili olan parçalarla 22 yıldır yaşıyorum. Şikâyetçiyim, bu olaya sebebiyet her kimse hesap vermelidir.'”
Zerife Cantürk olmak nasıl bir hâl?
Zaten, yokluklar içinde bir hayatla mücadele etmek… Dört çocuğunun üçünü bir anda kaybetmek ve bir tanesinin de kör kalması; bir günde hem bir anne için çok sarsıcı kayıpları yaşamak ve aynı zamanda en kendi sağlığını da kalıcı biçimde yitirmek. Üzerine de, adaletin yerini bulamaması, sorumluluların cezasız kalması.
Adaletin yerini bulamaması dedik: Lice dosyası, 1994’te, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önüne gitti. Başvurudan dört gün sonra dava, 15 Mayıs 1994’te “kabul edilebilir” bulunarak AİHM önündeki hukukî süreç başlatıldı.
2004’te Mahkeme, etkin soruşturma yapılmadığı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edildiği gerekçesiyle, Türkiye’nin başvuruculara maddî ve manevî tazminatla birlikte, yargılama gideri olarak 225 bin Euro ödemesini kararlaştırdı. Zerife Cantürk, başvuruculardan biri değildi.
İşin iç hukuk boyutuna, şu an İzmir’de “görülmemekte” olan davaya geri dönelim:
Lice Davası’nın yargıdaki dosyası, 20 yıllık zamanaşımı süresinin dolmasına bir gün kala, 21 Ekim 2013’de açıldı demiştik. Ancak, açıldıktan sonra da bir türlü başlayamadı.
Diyarbakır’da, sadece bir tek duruşma yapılabildi: o da, dava açıldıktan yaklaşık beş ay sonra, 16 Ocak 2014’te.
Ağırlaştırılmış müebbetle yargılanan iki emekli asker sanık, Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı Emekli Albay Eşref Hatipoğlu ile Üsteğmen Tünay Yanardağ, duruşmaya katılmadılar.
Avukatların tutuklama talebi de, “suç şüphesi olguları yetersiz” gerekçesiyle reddedildi. Ve de, sanık avukatları davanın güvenlik gerekçesiyle naklini istediler. Savcının talebin reddi yönünde görüş bildirmesine rağmen, Diyarbakır Valiliği’nin bildirdiği, “güvenlik zaafiyeti vardır” görüşü dikkate alındı. Dava dosyası da inceleme talebiyle Yargıtay 5. Ceza Dairesi’ne gönderildi.
Önüne gelen dosyayı, 28 Ocak 2014’te değerlendiren Yargıtay 5. Ceza Dairesi, Lice Davası’nın Eskişehir’de devam etmesine (daha doğrusu başlamasına) karar verdi; dosyayı da, Eskişehir 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi.
Burada çok da trajik bir nokta var: Dava avukatlarından, Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, Eskişehir’de davanın nakledilmeye çalışıldığı Eskişehir’de davayı hukuken görebilecek türde mahkeme olmadığı için “davanın taşınmasının kanunsuz ve hukuksuz olduğunu” belirtmişti.
Çok da trajik diyorum; çünkü Tahir Elçi, bu itirazı yaptıktan 669 gün sonra öldürülecekti.
Eskişehir 1. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, 11 Şubat 2014’te, kentte, tam da Tahir Elçi’nin belirttiği gibi, “Özel Yetkili Mahkeme olmadığı için yargılamanın yapılamayacağını belirterek, görevsizlik kararı verdi. Dosya, bu kez de, Diyarbakır 8.Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi.
Yargıtay, gene konuya müdahil oldu ve Yargıtay 5. Ceza Dairesi, 24 Şubat 2014’te davanın İzmir’de ilgili ağır ceza mahkemesine gönderilmesine karar verdi.
Özetle, yaklaşık üç aylık bir top çevirme sonucunda Diyarbakır’da başlaması beklenen dava, önce Eskişehir’e nakledildi; ardından Eskişehir’de, o dönemde özel yetkili mahkeme bulunmadığından, bu kez de İzmir’e “sürgün edildi.”
Ancak, İzmir’de de dava bir türlü başlayamadı: 13 Haziran 2014’te, taraf avukatlarının taleplerini dinleyen mahkeme heyeti, sanık konumundaki 1993’te Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı olan emekli Albay Eşref Hatipoğlu ile o dönem üsteğmen olan Tünay Yanardağ’ın, “en üst dereceli kolluk âmirleri” olmaları nedeniyle Adalet Bakanlığı’ndan kovuşturma izni istemek üzere yargılamayı durdurdu.
Bu durdurma kararına karşılık, Zerife Cantürk’ün avukatı Yunus Muratakan, itiraz dilekçesi verdi. Muratakan dilekçesinde, şuna dikkat çekti: Daha önce, JİTEM davası, Musa Çitil davası gibi en üst dereceli kolluk âmiri sıfatındaki kişinin yargılandığı dava dosyalarında, Adalet Bakanlığı’ndan izin istenmemişti.
Ancak İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi, avukat Muratakan’ın itirazını değerlendirip, soruşturma iznine ihtiyaç olmadığını kabul etse de, bu sefer de, “sanık sayısının iki olduğunu ve örgütten söz edilmesi için en az üç kişi gerektiğini” öne sürerek itirazı reddetti. Gene bir ironi:
mahkeme heyetinden, tek bir kişi aksi yönde karar verdi-üye hâkim Vijdan Eren-adı “vicdan” olan biri yani.
Bu sefer de dava dosyası, gene Ankara’nın yolunu tuttu: HSYK 3. Dairesi davanın durdurulma kararını bozdu. Aslında, durdurulma kararı tam da “bozuldu” denemez: O dönemin HSYK 3. Dairesi, bir tür “bizi karıştırmayın” kararı verdi[1].
Ve sonunda, 1 Nisan 2015’te dava başladı.
Gazeteci Pınar Öğünç ise, daha önce İzmir’deki bu ilk duruşmaya yönelik, 2 Nisan 2015 tarihli “Adalet bir arpa boyu ilerlemedi” başlığıyla Cumhuriyet‘te yayınlanan yazısında, şu izlenimleri aktarmıştı:
“O şarapneller aslında salonda… Kimlerle aynı salondayım? O gün kömürlüğe gizlenmiş öğrencilerden biri içeride, kendisi gibi öğretmen olan kocası yanında vurulup ölüsünü ancak ertesi gün alabilen bir kadın, onun o sırada 16 aylık olan kızıyla geçirdiği o gece bu salonda. Helikopterle ilçe merkezinin tarandığını, eldivenli askerler tarafından avuç avuç beyaz bir toz atılan evlerin nasıl tutuştuğunu görenler burada. Kürt bir askerin ‘Kaçın, ilçeyi yakacaklar, canınızı kurtarın’ dediğini duyanlar, ‘Ay baba ayağım’ diyen çocuğunu dibinde kan kaybından kaybeden babalar, mavi ilkokul önlüğüyle ölenlerin o günden beri en fazla yaşar gibi olan anneleri, korkudan yakınlarının cenazesine dahi gidemeyenler zar zor İzmir’e gelmişler duruşma için.
Zerife Cantürk gibi hâlâ bacağında, belinde o günün şarapnelleriyle yaşayanlar, gözleri en son o gün görenler, onların akrabaları, komşuları burada. Binlerce kilometreden gelemeyen varsa da buradalar.
Evinin içine roket, tank mermisi girenler, duvarlarında soba borusu kadar delikler açılanlar, panzerden taranan yedi koyunu ziyan olmasın diye keserken, tutuşan barakasını söndürmeye çalışırken ateş altında kalıp öleyazanlar, hepsinin o günkü korkusu, öfkesi burada.
Dosyada iddiayı kanıtlayacak delil, tanık bulunmamasına rağmen tüm bunların sorumlusunun PKK olduğunu söyleyen iki sanık peki? Tünay Yanardağ gribal enfeksiyon ve zatürre, Eşref Hatipoğlu da böbrek sorunu nedeniyle salonda değil.”
Salonda olanlardan biri de, İzmir’de 2007 yılında polisin açtığı ateş sonucu hayatını kaybeden Baran Tursun’un babası Mehmet Tursun idi. Tursun, olay sırasında Lice’deki evi yakıldığı için davaya müşteki olarak katılma talebinde bulunundu.
İşte, Lice Davası’nın başlayabilmesinin dahi hikâyesi bu kadar uzun, bu kadar karmaşık ve güç. Başka bir yazıda da, bu davanın duruşmalarında olan biteni ve davanın bugününü yazacağım.
Lice’de çeyrek asır önce yaşananlar, beş yıl önce açılabilen dava dosyası; bütün bunlar uzak geçmişimiz değil. İçimizde yaşayan ve bugünümüzü de boğan virüslerin yaptığıı tahribatın örnekleri aslında. Türkiye’nin bağışlıklık sistemi, bu (belki de hiç üstesinden gelemeyeceği) virüse karşı güçlü olabilse, güçlendirilseydi; bugünü de yaşamazdık.
Bugün, bu virüs tüm Türkiye’yi hasta edecek kadar güçlenmese, Türk Tabipler Birliği’nin Merkez Konseyi üyeleri olan doktorlar, gözaltında olmazlardı.
Eski Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof. Gençay Gürsoy’un da deyişiyle:
“Türk Tabipleri Birliği kurulduğundan beri dünyadaki benzer örgütlere paralel olarak yaşamı, barışı, demokrasiyi, insan haklarını savunan bir meslek örgütüdür. Bu son gözaltı kararıyla ilgili açıklama ise neredeyse 200 senelik uluslararası metindir. Bu meslekle ilgili Dünya Tabipler Birliği’nin de ajandasında olan, onun da metinlerinden biridir. İfade ettiği tek şey, savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğu meselesidir.”[2]
Evet; Türkiye’de 15 Temmuz 2016 tarihinde, 21. yüzyılın ilk çeyreğini bitirmeye ilerlerken bile bir askerî darbe girişimi olmasından, son iki yıldır yaşadıklarımıza kadar, bu virüsü yenemediğimiz için “bu hâldeyiz”. Biz, Türkiye olarak, Lice’de 1993’te yaşananlara yönelik yargı yönünde adaleti sağlayamadığımız için, bugünü yaşıyoruz. Ve sağlayamadıkça da, o virüs bizi; ayrımsız tüm Türkiye’yi, ama yavaş yavaş ama hızlı, yok edecek.
[1] Hafıza Merkezi’nin sitesinden doğrudan aktarırsak:”Daire, 6526 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 19. Maddesi ile Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. Maddesi ile görevli ve yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin kaldırılmasına atıfta bulundu: “Kanunun 1. Maddesinin son fıkrasına göre, ‘Bu kanunla yürürlükten kaldırılan Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. Maddesi kapsamına giren suçlarla ilgili olarak bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibariyle açılmış davalarda sanığın taşıdığı kamu görevlisi sıfatı dolayısıyla, hakkında soruşturma yapılabilmesi için izin veya karar alınması gerektiğinden bahisle durma veya düşme kararı verilemez’ hükmü uyarınca ilgililer hakkında kurulumuz tarafından yapılacak usuli bir işlemin bulunmadığı sonuç ve kanaatine varılmıştır”.
[2] TTB’nin yayınladığı metin şöyleydi: “Biz hekimler uyarıyoruz: Savaş, doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur. Her çatışma, her savaş; fiziksel, ruhsal, sosyal ve çevresel sağlık açısından onarılmaz sorunlara yol açarak büyük bir insani dramı da beraberinde getirir. Yaşatmaya ant içmiş bir mesleğin mensupları olarak, yaşamı savunmanın, barış iklimine sahip çıkmanın birincil görevimiz olduğunu aklımızdan çıkarmıyoruz. Savaşla baş etmenin yolu, adil, demokratik, eşitlikçi, özgür ve barışçıl bir yaşam kurmak ve bunu sürekli kılmaktır. Savaşa hayır, barış hemen şimdi!”