SEDAT YURTDAŞ
‘Gözyaşı’ üzerinden yazmak kolay olmadığı gibi, çok doğru da gelmiyor. Büyük risk içerdiği kesin. Haksızlık mı? Ona da yazının sonunda siz karar verin.
İnsan Neden Ağlar?
Hayatı boyunca gözyaşlarına çokça tanıklık etmiş biri olarak aklıma gelenler -gerçi bunun için bir tanıklık da gerekmiyor- daha çok çaresizlik, korku, açlık-susuzluk, soğuk ya da karanlık, kimsesizlik, bazen ‘vicdan azabı, utanç’tan da insanın ağladığı olur. Elbette mutluluktan ağladığı da az değil. Ancak bu yazı itibariyle ‘mutluluk gözyaşları’ konumuzun dışında. Gerek toplumsal roller açısından, yetiştirilme tarzı vs. gerekse de hormonal durum kadınların erkeklerden daha çok ağladığına işaret ediyor. Bu yüzden Radikal’de yayımlanan ‘Komutanı ağlatan ifade’ başlıklı haber oldukça dikkat çekiciydi.
Bir Komutan Neden Ağlar?
Bir ifadeye çağrılmak ne diye tek başına ağlamaya neden olsun? Herkes, hele hele hukukun bir siyaset yapma aracı olarak kullanıldığı bizim gibi ülkelerde bu çok da garip değil. “İfadeyse ifade, davaysa dava! Yargılamaysa, cezaysa, mahkûmiyetse mahkûmiyet!” Önemli olan, insanın söylediklerinin, yaptıklarının doğruluğuna inanması. Kendisine, vicdanına hesap verebilmesi. Habere konu komutan da başka bir şey olmalıydı!
İfade verirken ağladığı belirtilen emekli Tümgeneral Yavuz Ertürk, ‘Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde 1993’te gözaltında kaybedilen 11 köylüyle ilgili’ ve ‘1994’te Bingöl’ün Genç ve Diyarbakır’ın Hani ilçesinde yaşanan kayıplar nedeniyle’ ifade vermişti. Haberi okuduktan bir gün sonra, komutanın görev yaptığı yıllarda ve yerlerde, aynı dönemde ‘babası’ Kulp’a bağlı bir köyde ‘korucular tarafından öldürülen’ yirmili yaşlarda bir delikanlının yapabilecekleri konusunda danışmaya gelmesi, konuya daha bir dikkatle eğilmeme neden oldu.
13 Haziran 1993 günü Özgür Gündem gazetesinde 1. sayfada ‘Askerler yaşlı köylüyü döverek öldürdü’, devam sayfasında ise ‘Askerler 75’lik bir köylüyü öldürdü!’ başlığı altındaki haberde “Lice ilçesine bağlı Mala Mihoyê Biro (Ecemiş) Köyü’nde 12 Haziran günü baskın düzenleyen devlet güçleri 75 yaşındaki Ahmet Aydemir’i, köy meydanına topladıkları ve işkence yaptıkları köylülerin gözleri önünde sopalarla döverek öldürdüler” deniliyordu.
O sıralar -sonradan cezaevinde tamamlayacağımız- Diyarbakır milletvekili olmam hasebiyle konuyu bir ‘soru önergesi’yle İçişleri Bakanı’nın cevaplaması isteğiyle TBMM’ye taşıdım. İçişleri Bakanı B. Mehmet Gazioğlu’nun 4 Ağustos 1993 günü ve HRK:7504-593-93/Asyş.Ş.ŞİK.(2184) sayılı cevabında “… Operasyon düzenlenmemiş, başka bir maksatla da gidilmemiştir… İleri sürülen beyanların, güvenlik kuvvetlerinin olaylara karşı koyma azmini kırmaya yönelik iddialar olduğu değerlendirilmektedir” denilerek konu kapatıldı.
Bizler de ‘Tansu Çiller-Doğan Güreş ikilisi’nin ‘terörle mücadele/Kürt’ü susturma’ konseptleri çerçevesinde ‘2 Mart 1994 Sivil Darbesi’yle DEP’in (Demokrasi Partisi) Meclis’teki temsiline son verilmesiyle birlikte, tutuklandık. Yargılandık. Siyasal mahkûmiyetlere uğradık. Siyasal diyorum, çünkü bizler hakkında gerek Anayasa Mahkemesi’nce gerek DGM’lerce (Devlet Güvenlik Mahkemesi) verilen kararlar AİHM’de (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) mahkûm edildi. Mağdur edilmiştik, doğru, ancak tarih ve adalet akladı.
Sonra, kişi olarak ‘kürkçü dükkânı’ misali, seçildiğim kent Diyarbakır’a, mesleğim avukatlığa geri döndüm. 11 yıl sonra, babası öldürülmeden önce cezaevinde olan, haber, önerge ve cevaptan da haberdar olan Ahmet Aydemir’in oğlu Ziya büromdan içeri girdi. “Babamın ölümünü aydınlatmak boynumun borcu” diyerek…
Hiç zaman kaybetmeden Lice Cumhuriyet Başsavcılığı’na dilekçe vererek ‘Bolu Komando Tabur Komutanlığı’ndan gelerek bölgeye geçici görev yapan komando ve askerler’ hakkında, yani ‘Tümgeneral Yavuz Ertürk’ün komuta ettiği’ askerlerin görev yaptığı yer ve zamanda işlenen bir cinayet suçuyla ilgili olarak, suç duyurusunda bulunduk. ‘Komando ve askerler tarafından dövülmek suretiyle öldürülmesi nedeniyle öncelikle mezarının açılarak fiziki ve tıbbi bulguların tespiti ile ölümüne neden olan kimseler hakkında gerekli kovuşturmanın yapılarak haklarında kamu davası açılmasını’ talep ettik.
Savcılık ‘2004/263 Hazırlık’ numaralı dosya ile soruşturmayı başlattı. Çok sayıda tanık dinledi. Tanıklıkların bir kısmını paylaşmakta yarar var.
E. Andan: “Haberi alınca ben de cenazeye gittim. Cenaze yıkama işlemlerine yetiştim… Vücudunda ateşli silah, kesici-delici alet, silah yaralanması yoktu. Çenesinde, kaburga kemikleri, ayak kemikleri, kafatası kırıktı.”
S. Dursun: “Ben köy korucusu olarak görev yapmaktayım. 1993 yılında tam tarihini hatırlayamadığım bir dönemde Lice ilçesine bağlı Ecemiş Köyü’ne operasyona gittik. Oraya gittiğimizde dağda defnedilmiş bir mezar gördük. Sonra da duyduğum kadarı ile köylüler tarafından çıkarılmış, yeniden köylüler tarafından defnedilmiştir.”
O. Akkuş: “Bizim köyümüze bir astsubay, bir uzman çavuş, 4 tane de er gelerek dedem S. Akkuş’tan bir adet koç aldılar ve koçu orada kestirip ben ve G. Duruhan’a taşıttılar… Astsubay bize hitaben: ‘İyi ki sizin köye biz geldik, diğer tepede bulunan askerler gelselerdi sizi de götürürlerdi, evinizi de yakarlardı’… Askerler çekilmeden önce Ahmet Aydemir’in evinden dumanlar çıktı… Ahmet evde yoktu. Çevrede aradık, bulamadık. Köylülerimizden M. S. Kaman, muhtarımız M. Kalkan, S. Kalkan, M. Yakacı, H. Akdoğan, M. Akdoğan ve Genç ilçesinden iki şahıs daha askerler tarafından gözaltına alınmışlardı. Askerler gidince köylüler bize gelerek ‘Askerler Ahmet’e işkence yaparak öldürdüler ve Ecemiş Köyü Kılı Helil Tepesi’nde mezara koydular’ dediler. Tarif edilen bölgeye A. Yıldırım, R. Tek ve M. Ak gittiler ve Ahmet’i çukurdan çıkararak köy camiine getirdiler. Yıkadık, köyün mezarlığına defnettik. Ahmet’i çukurdan çıkardığımızda kafası ve çene kemikleri kırıktı. Ateşli-delici silah yaralanması yoktu.”
E. Okşak: “Olay tarihinde Melan Köyü’ne biber tohumu almaya gittim. Oraya gittiğimde köyün erkekleri yoktu. Sorduğumda askerlerin köye geldiğini, kimsenin köyden habersiz ayrılmaması gerektiğini söylediler. O gece orada kaldık, sabah izin almak için askerlerin bulunduğu yere gittik. Orada bir üsteğmen vardı. Önce birkaç saat misafirimiz ol dedi, sonra gözümü bağladılar. O gece orada kaldık. Ertesi sabah askerler Ecemiş Köyü’ne doğru mevzi değiştirdi. Bizden 500 metre ileride bir askeri birlik daha vardı. Uzaktan görüyorduk. Orada bir şahsın önce üstünü soydular, sonra bir helikopter geldi. Sonradan yarbay olduğunu öğrendiğimiz bir kişi geldi, onun yanına gitti. Yarbay bir şey sordu, hafiften tekme vurdu. O gitti. O gidince 7 kişi asker onu alarak 50 metre mesafeye kadar getirdiler, orada tekme tokat dövdüler. Sonra da öldüğünü zannettim ve onu çalılar ile toprak ile kuyuladılar. Olay sonrasında korucular geldi, ben koruculardan bizi kurtarın dedim.”
Y. Aydemir: “… Askerler çekilmeden önce Ahmet Aydemir’in evinden dumanlar çıktı… Ahmet’i çevrede aradık, bulamadık. Köylülerimizden gözaltına alınmışlar geldiğinde bize, ‘Askerler Ahmet’e işkence yaparak öldürdüler ve Ecemiş Kılı Helil Tepesi’nde mezara koydular… Ahmet’i çukurdan çıkardığımızda kafası ve çene kemikleri kırıktı. Ateşli-delici silah yaralanması yoktu.”
Ö.Yıldırım: “… Vücudunda bütün kemikler kırıktı, camide cesedi yıkayıp köyün mezarlığına gömdük.”
M. Alagöz: “Köylümüz olan E. Okşak, Melan Köyü’ne gitti. İki gün gelmeyince ben de merak ettim, peşinden gittim. Köylüler E. Okşak’ın izin almaya tepeye gittiğini söylediler, ben de eski korucu olduğum için askerlerin yanına gittim. Eski kimliğimi onlara göstererek E.’yi alabileceğimi düşündüm. Ancak E. ile birlikte beni de tuttular. Sabah olduğunda askeri birlik yer değiştirdi. Bizden 200 metre uzakta bir askeri birlik daha vardı. Orada alınmış bir vatandaşın dövüldüğünü gördüm. Sonradan anlaşılan öldü ki üstüne toprak attılar, kuyuladılar. Bir asker de bana 75 yaşındaki adamı döverek öldürdük dedi.”
M. Kalkan: “Bolu Tabur Komutanlığı’na bağlı askerler operasyon nedeniyle bizim köye geldi ve benimle birlikte oğlum S. Kalkan, S. Kaman, evimde misafir olan M. Yakacı, M. Erdoğan ve H. Erdoğan’ı alarak Ecemiş Köyü hudutları dahilinde bulunan Kızçeşmesi mevkiine götürdüler… 200-250 metre ileride yine askerler arasında ve sivil kıyafetli olduğunu gördüğümüz bir kişiyi askerler tarafından dövülürken gördüm.”
S. Kalkan: “… Ahmet Aydemir’i askerler tarafından dövülürken bizzat kendim gördüm, ayrıca evinin askerler tarafından yakıldığına şahit oldum.”
M. Yakacı: “… Muhtar M. Kalkan’ın evinde misafirdim. Askerler geldiklerinde M. Kalkan, beni, M. Akdoğan, S. Kaman, M. Kalkan’ın oğlu S. Kalkan’ı gözaltına aldılar… Genç ilçesi Yayla Köyü’nden ismini bilmediğim 2 vatandaşı da buraya getirdiler. Bir gece burada kaldık, ertesi gün askerler bizi buradan alıp Kızpınar Tepesi’ne götürdüler. Buraya saat 09.00 sıralarında Ahmet Aydemir’in getirildiğini gördüm. Aramızda yaklaşık 50 metre vardı. Askerler Ahmet Aydemir’e tekme, tokat, yumruk ve dipçiklerle vurmaya başladılar. Her 10-15 dakikada bir askerler gelip bir şeyler söyleyip vuruyorlardı. Saat 15.00 sıralarında da kazma ile vurarak öldürdüler. Kazmanın sapa takılan bölümü ile yani sivri yerleri ile vurmadılar. Askerler ayaklarından tutup 20-30 metre yerden sürükleyerek dere kenarına götürüp kazdıkları çukura gömdüler. Ben bütün bu yapılanları gözlerimle gördüm… Ben cenaze yıkanırken gördüm. Vücudundaki bütün kemikler kırıktı. Askerlerin neden Ahmet Aydemir’e işkence yapıp öldürdüklerini bilmiyorum. Bizi gözaltına alan kişiler askerdi. Şöyle ki bulunduğumuz çevrede 1000’den fazla asker vardı. Bunların hepsinde uzun namlulu silahlar vardı. Hatta helikopter de bulunduğumuz bölgeye asker getiriyordu, erzak da getiriyordu.”
M. Akdoğan: “…Dayım H. Kaman umreden döndüğü için ziyarete gitmiştim. Buraya askerler geldi. Ben, M. Yakacı, S. Kaman, M. Kalkan, S. Kalkan ve ismini şu an hatırlamadığım 2-3 kişi daha vardı. … Bir gece burada kaldık, ertesi gün askerler bizi Kızpınar Tepesi’ne götürdüler. Buraya saat 09.00 sıralarında Ahmet Aydemir’in getirildiğini gördüm. Aramızda yaklaşık 50 metre mesafe vardı. Askerler Ahmet Aydemir’e tekme, tokat, yumruk ve dipçiklerle vurmaya başladılar. Her 10-15 dakikada bir askerler gelip bir şeyler söyleyip vuruyorlardı. Saat 15.00 sıralarında da kazma ile vurarak öldürdüler. Kazmanın sapa takılan yani sivri yerleri ile vurmadılar. Askerler ayaklarından tutup 20-30 metre yerden sürükleyerek dere kenarına götürüp kazdıkları çukura gömdüler…”
R. Tek: “… Çukurda yarı çıplak vaziyette idi. Kaburga kemikleri ve kafasının kırık olduğunu ellerimle dokunduğumda anladım…”
F. Akkuş: “… Ahmet’i aradık, bulamadık… Çukurdan çıkardığımızda kafası ve çene kemikleri kırıktı.”
E. Yıldırım: “… Askerler köyümüzden çekilmeden önce Ahmet Aydemir’in evinden dumanlar çıktı… Köy camiine getirdiler, yıkadık ve köyün mezarlığına defnettik.”
A. Yıldırım: “… Köye giriş-çıkışlar yasaktı. Çukurda yarı çıplak vaziyette idi; göğüs, çene ve kafasının kırık olduğunu ellerimle dokunduğumda anladım…”
M. S. Kaman: “… Aramızda 100 metre mesafe vardı… Ahmet Aydemir’i askerler çembere almış darp ediyorlardı… Feryatları bize kadar geliyordu. Askerler 2-3 saat sonra bir çukur kazmaya başladılar, bu çukura Ahmet Aydemir’i koydular… 5 binden fazla asker bizim çevremize toplanmıştı.”
M. Ak: “… Askerler köyümüzden çekilmeden önce Ahmet Aydemir’in evinden dumanlar çıktı… Çukurda yarı çıplak vaziyette idi; kaburga kemikleri, çene kemikleri ve kafasının kırık olduğunu ellerimle dokunduğumda anladım.”
M. Aydemir: “Askerler köyümüzden çekilmeden önce Ahmet Aydemir’in evinden dumanlar çıktı… Yaklaşık yarım metre kazılan bir çukura sırtüstü konulduğunu gördük. Ahmet’i çukurdan çıkararak köy camiine getirdik, yıkadık, köyün mezarlığına defnettik. Ahmet’i çukurdan çıkardığımızda kafasının arka tarafı kırılmıştı, bir insan eli içine girecek kadar çökmüştü, alt çenesi kırılmıştı.”
M. Ak: “… Cenazenin camiye getirilişini gördüm… Ağzında toprak vardı. Vücudunda bulunan bütün kemikler kırıktı…”
M. G. Duruhan: “… Askerler köyümüzden çekilmeden önce Ahmet Aydemir’in evinden dumanlar çıktı… Ahmet’i çevrede aradık, bulamadık. … Çukurdan çıkardığımızda kafası ve çene kemikleri kırıktı.”
Ağla Komutan Ağla!..
Lice Savcılığı, bütün bu ifadeler üzerine mezarı açıp Ahmet Aydemir’in naaşından geriye kalanları incelenmek üzere Adli Tıp’a göndermesi gerekirken, ‘Görevsizlik’ kararı ile birlikte dosyayı ‘Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı Askeri Savcılığı’na gönderdi. Görevsizlik kararına karşı itiraz ettiğimiz ‘Siverek Ağır Ceza Mahkemesi’ askeri savcılıkta kaldı.
Bunun üzerine iç hukuk yolları da reddedilince dosyayı ‘Etkili başvuru hakkı’, ‘Yaşama hakkı’, ‘Ayrımcılık yasağı’nı ihlalden AİHM’ye -gerçi AİHM, Türkiye devlet olarak ekonomik vs. etkisini arttıkça, bir de mahkemede giderek artan sayıda ‘Hukukçu’ çalışanla birlikte, adeta iç mahkemelere döndü ya- taşıdık. ‘Başvuru No: 41499/09 Ziya Aydemir ve Diğerleri/Türkiye’.
TBMM’nin 07.05.2010 tarih ve 5982 No’lu kanunla aralarında anayasanın 145. maddesinin de bulunduğu toplam 26 anayasa maddesine ilişkin değişikliği kabul etmesi üzerine, 12 Eylül 2010’da ‘referandum/halkoylaması’ ile kabul edilip yürürlüğe girmesi üzerine, soruşturmanın sivil savcılığa devri talebimizi yeniledik.
Diyarbakır 7. Kolordu Savcılığı 29.09.2010 tarihinde verdiği “İlgi dilekçenizdeki talep, soruşturmanın devamında veya soruşturma sonunda elde edilecek delil durumuna göre değerlendirilecektir” cevabıyla, anayasal emre rağmen dosyayı korumaya devam kararlılığını ortaya koydu. Açık ki, anlattıklarımız bir vicdan ağıtıdır. Suçsuzluktan, yersiz suçlanmaktan değil, yakılan köyler, faili meçhuller, işkenceler, bilumum hukuksuzluklar, vicdan yaralarından…
Şimdi Diyarbakır Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’nde zamanaşımına bir gün kala açılmış olan davaya, yazıda ayrıntılarını belirttiğim dosyadan bir örneği ‘ALEYHİNDE YÜRÜTÜLECEK EK SORUŞTURMA İLE BİRLİKTE AÇILAN KAMU DAVASI İLE BİRLEŞTİRİLMESİ VE TUTUKLANMAN TALEBİYLE’ başvuruda bulunacağımı bilmen gerekir.
Mevcut olayda zamanaşımı 11. yılında kesildi. Zamanaşımı ‘Ahmet Aydemir’in katline karar verenleri/katledenleri’ korumayacak. Savcılığın işlemsiz korumaya aldığı dosya daha fazla adaletten kaçırılamayacak.
Evet, ‘adalet’ tanıkların insan ruhunu yaralayan beyanlarıyla, çok geç de olsa eminim ki bir gün gerçekleşecek. Zaten bu inanç, inat ve kararlılık olmazsa sabrımız ve dayanma gücümüz de olmazdı.
(Kaynak: Sedat Yurtdaş / Radikal)