Basın Sırada Kim Var Demeden / Belma Akçura

BELMA AKÇURA

Türkiye’de yayın politikaları genellikle devletin ideolojik duruşu ve siyasi iktidarların günlük politikalarıyla şekillendi. Özellikle darbe dönemlerinde gazetelerin kapatılmasından, derin devlet ilişkilerini araştıran gazetecilerin öldürülmesine kadar süren sancılı bir döneme tanıklık ettik. Devletin baskısı ve gölgesi altında gazetecilik yapıldığı içindir ki okurda hep bir güven sorunu yaşandı. Ancak basının kendi kişisel tarihi de bir o kadar sorunludur. Öyle ki;   basında, sadece haberler çarpıtılmış, belgeler, bilgiler sümenaltı edilmemiştir. Aynı zaman da yazdıkları yüzünden öldürülen kendi meslektaşlarının davalarının bile peşini bırakmış, bazı güç odaklarının baskısıyla işten atılan hapse giren meslektaşlarına sahip çıkamamıştır.

Dolayısıyla sizlerle onbeş günde bir bu siteden Türk basınının hangi haberleri niçin araştıramadığını, bazı haberleri nasıl yok saydığını, kamuoyunun bilgilendirilme hakkını nasıl gasp ettiğini, bazı önemli davaları nasıl ve niçin unutturduğunu Türkiye’nin karanlık tarihinde nasıl rol oynadığını, gündemdeki haberler üzerinden sizlerle paylaşacağız.

Baştan başlayalım ve küçük bir hatırlatma yapalım: Artık hepimiz biliyoruz ki; Türkiye’de düşünce, inanç ve kimlikler üzerinden cinayetler işlendi, katliamlar yapıldı. Ve hep aynı şey oldu: bilgiler, belgeler yok edildi, tanıklar susturuldu, perde arkasındakiler korundu, saklandı, unutturulmaya çalışıldı. Açılan davalar bir iki tetikçiyle sürdürüldü. Yıllarca süren davalar ‘zamanaşımı’, ‘delil yetersizliği’ gibi gerekçelerle kapattırıldı. Gerçek sorumlularının üzerine gidenler ise her defasında yargıyla karşı karşıya bırakılarak ‘cezalandırıldı’.  Son yıllarda derin devletin darbe zihniyetini yargılamak amacıyla açılan dava dosyalarında bu cinayetlerin ve katliamların izini sürmek mümkünse de hiçbirinden hala bugün bile sonuç alınmış değil.

Oysa biliyoruz ki; bu cinayet ve katliamların faili bellidir:  Derin devlet!

‘Derin Devlet’ tanımı kendi tarihsel gerçekliği içerisinde ‘farklılıklar’ içermekle birlikte bir devlet zihniyetine işaret eder.  Kimilerine göre; derin devlet, devlet içerisinde bir grubun ‘devlet’ adına hukuksuz işler yapmasıdır. Kimilerine göre de devlete rağmen ‘devlet’ gibi davranan kişi ya da kurumların meşruluk sınırlarının dışına çıkmasıdır. Dolayısıyla derin devleti, insanları kendi ‘hukukuyla’ korkutan, susturan sindiren, hizaya sokan bir devlet zihniyetinin, bir tetikçide vücut bulmuş hali olarak tanımlamak, derin devletin aktörlerinin kimliğini ise devletin değişen tehdit algılamalarına göre yorumlamak mümkündür.

Sonuç itibariyle; bir dönemin dokunulmaz kıldığı, koruduğu derin devlet derken, bugün yargı karşısına çıkartılsa da hala farklı olanı, kendi fikrini ve düşüncesini savunanı, yazarak çizerek yürüyerek muhalefet edeni, hak hukuk adalet eşitlik talep edeni, ısrarla öteki olduğu vurgulananı hemen her dönem tehdit algılamalarının içerisine koyan bir oluşumdan söz ediyoruz.

O halde Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ‘derin devlet’ adına işlenen cinayetler ve katliamlarla ilgili hiçbir dönemde siyasi irade gösterilememesini, derin devleti bir hukuk devletine yakışır bir şekilde hala yargılayamıyor oluşumuzu, nasıl açıklamalıyız? Derin devlet, devletin ideolojik duruşuna göre varlığını hala sürdürüyor olabilir mi?

Gazeteci kamuoyunun doğru bilgilendirilme hakkından sorumludur.

Dolayısıyla Türk medyasının bu cinayetlere ve katliamlara uzanan yolda oynadığı ‘rol’ önemlidir ve tartışılmalıdır.

Türkiye’de medya ‘faili belli’ cinayet ve katliamlarla ilgili ‘yazı mı tura mı” misali iki rol üstlenmiş görünüyor. Öyle ki; cinayetlerden önce ya derin devletin hedefindeki kişilerle ilgili bilerek ya da bilmeyerek ayrımcı, ırkçı, kışkırtıcı yayınlar yaptı. Ya da derin devletin hedefinde olduğunu, tehdit edildiğini söyleyen bu insanların sesini duymadı.

Örneğin Türk medyası, derin devleti ortaya çıkartan savcı Doğan Öz 24 Mart 1978’da öldürülmeden önce emniyete yapılan bir ihbarı değerlendiremedi. İhbarı yapan kişi savcının oturduğu sokakta iki kişinin şüpheli hareketler yaparak dolaştığını söylemiş emniyete yapılan bu ihbar ve emniyetin ihmalkârlığı ancak savcı öldürüldükten sonra basında yer bulabildi.

6 cinayet, birçok bombalama ve silahlı saldırı olayının sanığı olarak yattığı cezaevinden kaçırılan ülkücü Ferhat Tüysüz’ün Adana’da yakalanmasında önemli rol oynayan Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, Adana’ya özel olarak getirilen bazı teröristlerin kamu görevlilerini caydırıcı amaç taşıdıklarını ve tehdit edildiğini bizzat basına açıklamıştı. Ancak basında sesini yeterince duyuramamış olmalı ki; arabasında taranarak öldürüldü.

20 Kasım 1979’da öldürülen Prof. Dr Ümit Doğanay’ın cenazesine katılan Prof. Dr Cavit Orhan Tütengil’in “Sıra bizde galiba” dedikten 17 gün sonra, TRT İstanbul Radyosu prodüktörü, gazeteci-yazar Ümit Kaftancıoğlu ise “Artık sıra bana geldi, tehdit edenler bir süre sonra mutlaka öldürüyor…” dedikten sonra 11 Nisan 1980’de öldürüldü. Basın bunları görmedi, seslerini duymadı. Tıpkı Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’e mahkeme önlerinde yapılan tehditleri ‘tepki’ olarak yorumlamayı tercih etmesi gibi…

Basın ‘Sabahattin Ali’den, Abdi İpekçi’ye, Ümit Kaftancı’dan Musa Anter’e, Uğur Mumcu’dan Hrand Dink’e uzanan bu cinayetler sonrasında ise siyasi iradenin olmadığını, yargının tarafsızlığını koruyamadığını, sanıkların kurumsal ilişkilerini ortaya çıkartacak bilgilerin ve belgelerin yargıdan nasıl kaçırıldığını yazdı. Basının bu cinayetlerin üzerine gitmemesi, gidememesi, yıllarca sadece tetikçilerin hayat hikâyelerini yazıp, derin devlet iddialarıyla gündeme taşınan ama hiç ifadesi alınmayan ‘resmi’ kişilerin ise sadece adlarını telaffuz etmekle yetinmesi, bazı güç odaklarının derin devleti koruyup kollamasının bir sonucu olabilir mi?

Elbette basının hep bir adım geride durmasında, bu tür davalarda siyasetçi, mafya, işadamı, asker, polis, istihbaratçı arasında kurulan ilişkilar ağı, kurumların bu cinayetlerde oynağı ‘rol’ ve iddianamelerde adı geçen hiçbir kamu görevlisi hakkında işlem yapılmaması önemli bir rol oynamakta. Ama mevcut siyasete, sisteme, angaje olan merkez medyanın bu cinayetlere ilişkin her defasında bir adım ileri, iki adım geri atmasında kendi ideolojik duruşu da etkili olmuştur. Bu şudur; medyanın kimliğinin ön yüzü ne kadar demokrat, aydın ise arka yüzü o kadar ırkçı ve milliyetçi olmuştur.

Bu yüzden basının ‘tek başına’ bu sürece öncesinde nasıl katkı sağladığını, sonrasında ise öğretmenini, savcısını, polisini, hukukçusunu, bilim adamını, gazetecisini hedef alan tetikçileri anlatmaktan öteye neden geçmediğini sorgulamanın önemini kavradığımızda, basının kendi geçmişle yüzleşmesinin neden gerekli olduğunu da anlamış olacağız…

65 yıl önce Türk basını devletin komünizmi ve komünistleri bir tehdit olarak gördüğü yıllarda yazar Sabahattin Ali’nin siyasi iktidarı rahatsız eden yazılar yazdığını, bir toplantı da şiir okuyup Atatürk’e hakaret ettiğini,  komünizm propagandası yaptığı gibi gerekçelerle Cemal Kutay tarafından şikâyet edilince tutuklandığını yazdı.  Birçok kez hapse girmesinin, çıkmasının yakın takipçisi oldu. Ve aynı basın, Sabahattin Ali öldürüldükten sonra Ali Ertekin adlı tetikçinin bu cinayeti ‘milliyetçi’ duygularla nasıl işlediğini yazdı. Burada gizli özne ‘milliyetçi’ vurgusunda… Bir cinayete toplumdaki yaygın bir kimlik üzerinden gerekçe üretme… Bu nedenle olsa gerek basın mahkemenin bazı duruşmaları niçin gizli celse yaptığını, cinayette adı geçen bazı kamu görevlileri hakkında niçin hiç soruşturma açılmadığını sorgulamadı. ‘Tetikçi cezaevinde iki yıl kaldı, çıktı ve izine bir daha rastlanmadı’ diyerek sadece tetikçiyi değil, cinayeti unutturdu.

Yıllar sonra bugün bile Sabahattin Ali’nin Kırklareli’nde işkencede öldüğü, cinayet emrini üst düzey bir politikacının verdiği gibi iddialar gündeme getirilse de basın bu iddiaları araştırmak yerine ölüm yıldönümünde “Sabahattin Ali yaşasaydı bugün 103 yaşında olacaktı” demekle yetiniyor.

Örnek çok…

İşlenen bütün siyasi cinayetlerin bir özeti gibi duran Abdi İpekçi davasına bakalım; Türk basını oldukça derin ve organize bir cinayeti 30 yıldır yazıyor.  Her defasında bir tetikçi ve o tetikçiye yardım ve yataklık edenleri hatırlatıyor.  Oysa basın hatırlatmakla araştırmak arasındaki farkı öğrendiği gün, bu cinayetler zincirinde hiç değilse tek bir halkayı kırmış olacak.

Böyle çok sayıda dava var: kurbanlar önce tehdit edilmiş, hedef gösterilmiş sonra öldürülmüş. Siyasetçisi, emniyetçisi, polisi hakkındaki iddialar hiç soruşturulmamış, kimi zamanaşımından, kimi delil yetersizliğinden kapatılmış yüzlerce dosya… Bazı bilgiler dosyalara gizlilik gerekçesiyle hiç girmemiş, dinlenmesi gereken kişiler dinlenmemiş… Evet, basın bunları hep yazdı. Örneğin basın devletin Türklüğü şahlandırdığı, azınlıkları tehdit algılamasının içerisine aldığı cinayetler zincirinin son halkası Hrant Dink’in davasını beş yıl boyunca takip etti.  Davanın eksiklikleri, kurumların rolü, dava dosyasına girmeyenleri yazdı… Ama aynı basın Hrant Dink öldürülmeden önce “Türkten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarda mevcuttur” sözleri nedeniyle nasıl hedef olduğu görmedi. Bu sözün gerçekte ne anlama geldiğini yorumlayamadı. ‘Türklüğe hakaret’ iddiasıyla yargılandığı davada nasıl tehdit edildiğini anlatamadı. Hakkındaki iddianın bu sözünün çarpıtılarak nasıl bir davaya dönüştürüldüğünü sorgulamadı. Aksine davayı olağan, meşru bir hale getirdi…

Basın burada da bir haberi olduğu gibi çarpıtmadan vermekle, çarpıtılmış bir sözle açılan bir davayı olduğu gibi vermek arasındaki farkı da bilemedi…

Türkiye’de yargı sistemi, faili meçhul cinayetleri itiraf edenlere işlemediği için olsa gerek basın onları da çabuk unuttu. Hatırlayalım. Susurluk davasından yargılanan Ayhan Çarkın 18 yıl boyunca konuştu.  1990’da savcı “Perpa operasyonunda müdafaa sınırlarını aştı’ dedi, Yargıtay ‘Hayır’ aşmadı dedi. 1990ların ortasında İstanbul Emniyeti aldı, Ankara Emniyeti bıraktı. 1990’ların sonunda “… Önceden talimat vererek öldürttüğünüz adamların hesabını mı soruyorsunuz’ dedi çeteden 290 gün yattı, cinayetten beraat etti… Yıllar önce itiraflarını basın ‘şok itiraflar’ diye verdi. Yıllar sonra aynı itirafları tekrar etti, biraz genişletti basın yine ‘şok itiraflar’ diye yazdı, bunlar araştırılmalı dedi ve kenara çekildi… Basın unutsa da Ayhan Çarkın kendisini unutturmadı.  2000’li yılların başında mafyavari bir olaydan çeza aldı ama cezası ertelendi… Basına çıkıp ‘bin kişiyi öldürdüm’ dedi. Savcı tutuklanmasını istedi, mahkeme serbest bıraktı… 2011’in başında tekrar ortaya çıktı. Tek tek isimleri saydı; Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Tarık Ümit, Yusuf Ekinci, Medet Serhat, Ayhan Efeoğlu, İki İranlı, Gazi olayları diye yeniden aynı şeyleri anlattı. Can güvenliği gerekçe gösterilerek tutuklandı.  138 karanlık cinayetle ilgili 62 aile suç duyurusunda bulundu çoğu kabul edilmedi… Yetmedi başka tetikçilerin adlarını da saydı ve o tetikçilerden bazıları kaçtı biri ‘intihar’ etti… Basın bu olayları ‘dışarıdan’ izlemekle yetindi, sadece yazdı, araştıran gazeteciler varsa da onların haberleri de basında yer bulmadı…

Bir dönem Kürtleri tehdit algılamasının içerisine alan derin devlet zihniyeti sadece yargı kararlarıyla değil, aynı zamanda basına da Kürtlerle ilgili haberlerin nasıl kodlanacağını öğretmişti…

2007’den itibaren ise Türkiye’de ‘askeri vesayet’ açılan davaların ana konusu oldu. İddianameler bu kez darbe yapmayı planlayan,  teşebbüs eden, darbecilerle işbirliği yapanlar üzerinden hazırlandı. Son beş yıl içerisinde sayısız dava açıldı…  Ergenekon, Balyoz, KCK, 12 Eylül, 28 Şubat diyerek… Öyle ki; Ergenekon davası 11 davayla birleştirildi ve 275 sanıklı binlerce sayfadan oluşan devasa bir dava dönüştü.  Elbette darbelere, karşı açılan her dava bir hukuk devleti olma yolunda önemli bir adımdır. Bu davaların tutukluluk süreleri ve dava dosyalarına giren bazı iddialar ve deliller ise tartışmalıdır.  Basın kendi geçmişiyle yüzleşmezse, bir hukuk devletine yakışır şekilde bu davaların sürdürülmesinin takipçisi olmazsa geçmişte açılan ama asla sonuç vermeyen davalar da ne olduysa yine aynı şey olacaktır.

Basın bu davaları ‘geçiştirerek’ her gün yazmakla, araştırarak yazmak arasındaki farkı da görmek zorunda… Yoksa bir gün bu ‘geçiştirerek’ haber yapma hali bumerang etkisi gösterebilir… Tam da bu nedenlerle 1980’lerdeki örgüt davalarında ya da 1990’lı yıllardaki yargısız infazlarda yaptığı gibi, basın, ‘Sırada kim var’ demeden, bu kez vicdanlı bir bekçi köpeği olarak sorumluluk bilinciyle hareket etmek zorunda.

Bundan böyle her hafta basında bazı köşe yazarlarının gündemdeki bir haberi özetledikten sonra yazılarını ‘bekleyip göreceğiz’ diyerek bitirmelerinin ne anlama geldiğini, bazı gazetecilerin araştırmacı gazetecilikten dava takipçisi bir memura nasıl dönüştüklerini,  Editörlerin editöryal tercihlerini neye göre yaptıklarını sorgulayacağız…

Bunu yapmak zorundayız. Çünkü düşünce ve vicdan özgürlüğünü sınırlayan, nefret ve düşmanlığı körükleyen, düşünce ve inancı ayrıştıran, farklılığı hedef gösteren habercilik anlayışını sorgulamadığımız ve bununla yüzleşmediğimiz sürece, bu toplumun ‘faili belli’ cinayetlerle yeniden karşı karşıya kalma olasılığı da  o kadar yüksek olacak…

Yayınlanma tarihi

30 April 2013

Kategori Listesi

Etiket Listesi