Fotoğrafa yeniden ve yeniden bakıyorum, belki arkasını görmek, sonra gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışmak için. Bütün anlamları görmenin olanaksızlığı yıpratıcı olabilir. Cinayet planlandığı gibi işlendi ama fotoğrafın nasıl ortaya çıkacağı bilinmiyordu
Onu tanıdığım ilk günden beri bazen aklıma gelir, bir an düşünür geçerdim, gözlerimin önünde sakin, iyicil edasıyla beliriverirdi birden. Tane tane anlatırdı hep ama kim dinlerdi. Söze onun gibi saygınlık veren kaç kişi vardı önümüzde. Karşısında kapı duvar gibi durulduğunu görür, ısrarlı ve kararlı olmak yerine bir adım geri çekilirken aklından neler geçirdiğini sanki aynıyla bildiğimi düşünürdüm.
Bunlar bir anda anlamsızlaştı. Savaşa ve silaha karşı olduğunu söyledikten hemen sonra öldürüldü o. Tuzak kurulmuştu ama tuzağa düşmedi. Yalnızca olduğu yerde kaldı, art arda sıkılan kurşunların anlamını kavrayabilmek için. Kaçmaması gerektiğini düşünmüş müydü? Onu iyi tanıyanlar öyle olduğunu söylüyor.
Şiddeti şiddetle ortadan kaldırmak yerine sözün büyüklüğüne ve barışa inandığını daha açık nasıl söyleyebilirdi. Acı ama biz onun hep insan hakları ve barış için cehennemi aydınlatan bir ışık* olduğunu izlerken kayıp gitti önümüzden.
O artık yok. Onun artık içimizde olduğunu, bize ait olan ve bizi belki gerçeklikten koparan duygularımızı dizginlemeden hep bize ait olanların tümü gibi içimizde yaşamayı sürdürdüğünü düşünüyor, bunu hissediyoruz.
Çoğunluğun gözlerinden uzakta, yaşama hakkından acımasızca mahrum bırakılmaya çalışılan insanlar kendilerini korumak için şiddete de başvurursa, onlara direnmeyi bırakmalarını önermek ya da yalnızca anlamak. Bu ikisi arasında durduğunuz yeri belleğiniz size sonra hatırlatacak. Kimilerinin duymak istemeyeceği bu yalın durum, ölçüsüzce saldırı altında kalan insanları sıkıştırıyor, önemli olan bu.
Savaş isteyen için akılcı olanın savaş istemeyenleri etkisizleştirmek olduğunu biliyoruz, bazen de öldürerek. Hayat onu o meşum kaldırıma uzanan insanın yanına getirip koydu. Biri burada, öbürü orada, şimdi ikisi yan yana, günün karanlığına uzanmış, çaresizliğimizi çoğaltarak yatıyor. Gözler önünde, bundan daha çıplak bir gerçek olabilir mi, diye düşünüyoruz ama istemeden içlerinde yaşadığımız insanların çoğunluğu, bundan daha çıplak olana da yüz çevirecek. Aynı değil gördüklerimiz, hiç aynı olmadı.
Virginia Woolf’un duyarlığı, İspanya İç Savaşı’ndan gelen fotoğraflara bakarken daha ve daha inceliyordu. Neler gördüğünü hissetmeye çalışıyorum. O da, “Aynı fotoğraflara baktığımızda aynı duyguları hissedip hissetmediğimiz konusu üzerinde duralım” diyor.
O fotoğrafa bakamamak
Yeniden duralım. İnsana insan olma duygusunu en güçlü hissettirenlerden birisiydi tarihi minarenin ayakları dibine uzanan, insan önceden demek böyleydi dedirten insan, oysa şimdi pek az. Yer olduğu gibi taş ve canının bir anda alınması yüzünden gövdesi hafifleyerek yere düşmüşse de yanağını sertçe vurmuştur taşa.
Peki o fotoğrafa bakarken acı duymamak, hatta bakamamak. Kayıtsız duranların çoğunlukta olduğu bir toplumda yaşamanın acısını unutturacak kadar büyük bir acıyla yanarken biz, ölümü bile değil de öldürülmeyi hak ettiğini düşünenlerle yan yana, aynı apartmanda, işyerinde, aynı sokakta yaşamayı nasıl sürdüreceğiz. Woolf’un –ve elbette bizim– deyişimizle, ahlaktan ve vicdandan nasibini almamış insanlarla aynı yerlere değmişsek, ellerimizi yıkamadan durabilir miyiz, sevdiğimiz insana dokunabilir miyiz, bir kitabı alıp okuyabilir miyiz.
Karşı kıyıdan bakanların gözü, görme biçimi niçin o kadar başka. Başka olduğunu biliyoruz ama bunun üstünde durup düşünmeden. Yoksa anlamak kolay değil. Susan Sontag propaganda dosyalarını tutanların cinayeti nasıl kullanabileceğini anlatıyor. Öldüreni gizlemek, hedef saptırmak, öldürülenden kuşkulandırmak, gerçekle aramıza saydam görünen bir yanılsama perdesi çekmek. O zaman ölülerimizle bir başına, yalnızlığımızı kırmak için bir kat daha çaba harcamak zorunda kalacağımızı onlar da biliyor. Ayakta gücünü koruyarak kalmak için cinayete göz yummak, onların çekincesizce durduğu yer.
Siyasal sözlerin yalanıyla baş etmek zor. Popülizm hem pornografi hem faşizm. Adalet ve demokrasinin yerine gene adaleti ve demokrasiyi geçirmek için de yepyeni iki kavram ve onlara uygun bir gerçeklik yaratmak gerekiyor. Düşünce bunun için. Sonra kazanmak.
“Bir cehennemi göstermek”
Fotoğrafa yeniden ve yeniden bakıyorum, belki arkasını görmek, sonra gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışmak için. Fotoğrafın taşıdığı bütün anlamları görmenin olanaksızlığı yıpratıcı olabilir. Cinayet planlandığı gibi işlendi ama fotoğrafın nasıl ortaya çıkacağı bilinmiyordu. Artık bizim o fotoğraf. Gerçeği istemedikleri gibi gösterdi. Daha çoğunu anlamak için fotoğrafın açıkça gösterdiklerinin ötesine geçip onu soyutlamak, onu yaratmanın, hayalin, kurgunun eline bırakmak gerekebilir. O zaman aslında tam anlamıyla ne olduğunu düşünüp uzun uzun bakmamıza karşın göremediklerimizi görmeye başlayacağız.
“Bir cehennemi göstermek, elbette, insanların o cehennemden nasıl çıkarılacağı, cehennem ateşinin nasıl söndürüleceği konusunda herhangi bir şey anlatmaz bize,” diyor Susan Sontag. Onun ölümü bizim cehennemimiz. O fotoğrafın imgesi nelere karşılık geliyor, artık asıl önemli olan o. Gerçekten daha acı, düşündürücü ve kalıcı imgesi. Ötekiler için korkutucu, belleklerden hiç silinmeyecek olan.
Bu bir ölüm değil. Fotoğrafa baktıkça konuşuyoruz onunla. Onun bize anlattıklarına dilimiz döndüğünce karşılık vermeye çalışıyoruz. İnsan karşılıklı konuşmayla birbirini ne kadar anlayabilir. Onun bize anlatacakları tamam ama biz derdimizi anlatamıyoruz. Fotoğrafın başka bir gerçekliğe karşılık veren imgesini yaratabilirsek onu zihnimize sokacağız ve orada kendimizle konuşmaya başlamak, yaşadıklarımızı bilinç ve bellek çarpanıyla geleceğe doğru uzatacak.
Bunu yapamazsak, yaşadığımız acıyı ve utancı içselleştiremediğimiz gibi, içimize kapanacağız. Gençler başlarına kurşun sıkılarak, çocuklar otomatik silahlarla taranan sokaklarda, kadınlar evlerinin içinde öldürülürken onları medyada yalnızca birer fotoğraf olarak algılamak, gerçeklik duygusunu gitgide sığlaştıracak.
Anlatılması gerekmeyen bir keder, yenilgimizin aynası. Onsuz olunmuyorsa, zaman gene en güçlümüz çıktı. Cehennemi bile karartanlar şimdi gülüyor. Oysa o fotoğraf yaşadığımız hayatın belleği oldu.
* Max Horkheimer